HALK İNANIŞLARININ KAYNAĞI VE ÖZELLİKLERİ

Türkler, binlerce yıllık bir tarihi geçmişe sahiptir. Ortaya çıktığı ilk andan
günümüze kadar zengin bir kültür meydana getiren Türk milleti, tarih süreci içerisinde
kültürünü zenginleştirerek günümüze kadar taşıyabilmiş milletlerden birisidir. Türkler,
bu tarihi süreç içerisinde farklı coğrafyalara göç etmiş ve geniş bir coğrafyada
yaşamıştır.
Kaçınılmaz olarak da göç ettikleri yerlerde yeni milletlerle temasa
geçmişlerdir. Türkler, temasa geçtikleri bütün toplumların kültürlerini etkilemiş ve o
kültürlerden etkilenmişlerdir; bu etkileşim sonucunda da çok zengin ve renkli bir
kültürel birikim ortaya çıkmıştır.
Türkler, tarihi süreçte göç ederken birçok farklı dinle de karşılaşmışlardır. Bu
dinler, Türklerin dini inanışlarını etkilemiştir. Bugün Türk halk inanışları incelendiğinde
içerisinde farklı birçok dinin inanç unsurlarının var olduğu görülmektedir. Türkler din
değiştirdikleri zaman eski dinlerinden tamamen kopmamış, ona ait olan inanç ögelerini
yeni dinin motifleriyle süsleyerek devam ettirmişlerdir. Böylece günümüze kadar çok
zengin ve renkli bir inanç kültürü oluşturmayı başarmışlardır.
Kültürün en önemli parçalarından birisi olan halk inanışı “Kişice ya da
toplumca, bir düşüncenin, bir olgunun, bir nesnenin, bir varlığın gerçek olduğunun
kabul edilmesidir. Halk inanışları din, ahlak kuralları gibi kesinlik ve katılık taşımazlar
ve yerden yere, topluluktan topluluğa değişiklik gösterirler.” (Boratav 1997, 7). Halk
inanışları din demek değildir; ancak dinin tamamen dışında da değildir. Dinle ortak
birçok noktası vardır. Bunun yanında birçok ayrılan noktası da vardır. Örneğin birçok
halk inanışı din gibi kutsal ögeler barındırır ve ruhanilik taşır; ancak halk inanışlarında
ödül ve ceza din kadar kesin değildir. İlahi dinlerde yasak olan şeyleri yapmanın cezası
bellidir ve kesindir; ancak halk inanışlarında bir kesinlik yoktur, olabilir veya olacağına
inanılır. Dini kuralların kaynağı bellidir, ayetler, peygamber kıssaları vs.’dir ancak; halk
inanışlarının çoğunun kaynağı halk tarafından bilinmez sadece inanış söylenir.
Başka bir ifadeyle; “Halk inanışları, tamamen din olmayan ve dinin tamamen de
dışında kalmayan bu yönüyle de dinin halka göre algılanış ve hayata geçiriliş biçimidir.
Bu açıdan halk inancı konusu aynı zamanda halkların tarihi inançlarını da az çok
yansıtır. Sürekli yenilenmekle birlikte kökleri ilk inanç sistemlerine kadar uzanır. Bu
özellikleriyle halk inançları elimizdeki yaşayan canlı malzemelerdir.” (Kalafat 1999,
88).
9
Halk inançları toplumun kabul ettiği ilahi dinin hükümleri ve öğretileri dışında
kalan, fakat halk arasında yaygın bir şekilde yaşatılarak bir sonraki nesle aktarılan
inanmalardır. Toplumlar hayatlarını derinlemesine etkileyen âdet, inanç ve geleneklerini
yeni bir dine veya kültüre girdiklerinde bırakmazlar ve yeni dinin, kültürün özelliklerine
eski âdet, inanç ve geleneklerini uydurmaya çalışır. Halk inançları toplumsal
hayatımızda teknik gelişmelerden evlenmeye, doğuma, ölüme, sosyal hayatımıza kadar
her türlü etkinlikte yer almaktadır (Kılıç 2001, 415).
Halk inanışları yere ve zamana göre değişiklik gösterse de kendine has bir takım
özellikleri vardır. Hangi coğrafyada ve kültürde olursa olsun, bu özelliklere mutlaka
sahiptir ve bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Millilik
- 1Her topluluk birlik şuuruna ve mensubiyet hissine sahiptir. Toplumların
oluşmasının temelinde de ortak bir geçmişin olduğu inkâr edilemez. Bu nedenle her
toplum, kendi bireylerinin aralarında paylaşmakta olduğu belli bazı temel değerlere
sahiptir ve bireyler bu değerlere katılırlar. Ayrıca, her toplum taklit, tebliğ ve eğitim
yoluyla kendi kültürel değerlerine, örf ve adetlerine, yanlış ve doğrularına uygun
değerleri benimseyip onlara göre davranışlarda bulunur. Bu benimseme sonucunda,
toplumun genel karakteri de benimsenen değerlere göre oluşur. Türk toplumunda,
askerlik yapmanın kutsal bir görev sayılması buna örnek olarak verilebilir. Bayrak ve
büyüklere saygı da buna dâhil edilebilir. Bunlar başka milletlerde bulunmakla birlikte,
farklılık arz etmektedir. Bazı toplumlarda askerlik para ile yapılan bir durumdur (Eşmeli
2006, 9). - 2. Bağlayıcılık
Halk inanışlarının bu özelliği hukuk kurallarının yaptırım gücü gibi kesin
değildir. Esnek bir bağlayıcılıktır. Herhangi bir yaptırım-ceza- yoktur. Halk inançlarının
bağlayıcılığı kendiliğinden oluşan manevi –sosyal- bir bağlayıcılık olup takibatı yine
toplumun kendisi tarafından yapılır (Eşmeli 2006, 9). Bu takip zamana göre değişiklik
gösterebilir. Bundan elli yıl önce toplumun çok sert bir şekilde tepki gösterdiği bir olay
bugün toplum tarafından umursanmayabilir. Örneğin: Eskiden kızı kaçan aileler
kızlarıyla yıllarca küs kalırken, günümüzde bir iki hafta sonra barışıp düğün
10
yapmaktadırlar. Bu da toplumsal tepkinin yere ve zaman göre değiştiğini
göstermektedir. - 3. Değişmezlik ve Süreklilik
Halk inançları tarihin derinliklerinden ve ilahi kaynaklı değerlerden
kaynaklanması hasebiyle, bunların kısa zamanda ve zorla kaldırılması mümkün
olmamaktadır. Burada kastedilen değişmezlik özelliği hiç değişmez anlamına gelmez.
Mutlaka zaman içerisinde değişim ve dönüşüme uğrayacaktır. Ancak; bu sürecin
oldukça uzun olduğu bilinmelidir. Bu inançlar, kapalı toplumlarda daha katı, daha kalıcı
olma ve insan hayatını sıkı sıkıya yönlendirme özelliğine sahiptir. Dışa açık
toplumlarda ise değişen ve gelişen şartlara göre değişim ve dönüşüme maruz kalır.
Ancak; bu değişim yukarıda da belirtildiği üzere kısa zamanda oluşuverecek bir değişim
değildir. İnsanlar sahip olduğu ve kabullendiği inançları kolay kolay terk etmezler.
Ancak değişen ve gelişen şartlar karşısında yeni inançlar oluşabilir (Çelik 1995, 17). - 4. Ortaklık
Aynı coğrafyada yaşayan insanlar belli inanç ve kabulleri paylaşmak zorundadır
(Çelik 1995, 131). Örneğin baykuşun ötmesi Derinkuyu’da uğursuzluk olarak kabul
edilir. Aynı şekilde Nevşehir’in diğer ilçelerinde de baykuşun ötmesi uğursuz sayılır. - 5. Meçhuliyet
İlk ortaya çıkışları dikkate alındığında halk inançları, kaynağı ve gerekçesi
bilinen birer gerçektir. Ancak; uzun zaman sonra bu inançların özellikleri gereği yazılı
olmaması nedeniyle sebepler unutulmuş, tebliğ ve telkin ile benimsenen inançların
gerekçeleri hafızalardan silinmiştir. Aynı zamanda halk inançlarının meçhul olması,
ayırt edici özelliklerinden birisidir. Herhangi bir inancı tatbik eden bir kişiye bunu niçin
yapıyorsun, bunun kaynağı nedir? gibi sorular yöneltildiğinde niçin sorusuna
söyleyecek bir şeyler bulmakla birlikte kaynağı konusunda kesin bir şey
söyleyemeyecek, atalarımızdan, büyüklerimizden böyle gördük, onlar böyle yapardı
diyeceklerdir (Eşmeli 2006, 10).
Genel özelliklerini beş başlık altında verdiğimiz halk inanışlarının birçok
kaynağı vardır. Bu kaynakların başında da din ve kültür gelir. Türkler, tarihi süreç
içerisinde çok geniş bir sahaya göç etmişlerdir. Bazı boylar Orta Asya’da iken bazı
11
boylar Avrupa’ya kadar gelmişlerdir. Bu kadar geniş bir coğrafyaya yayıldıkları için de
birçok dini tanımışlar ve bu dinlerden etkilenmişlerdir. Türk boyları içinde aynı zaman
diliminde hem Müslüman hem Hıristiyan hem de Şaman boylara rastlamak
mümkündür.
Türklerin tarih boyunca birçok imparatorluk kurduğunu ve bu imparatorlukların
çatısı altında birbirinden farklı birçok milletin bir arada yaşadığını da unutmamak
gerekir. Bütün bu milletlerin kültürleri Türk kültürünü etkilemiş ve Türk kültüründen
etkilenmiştir. Onun için Türk halk inanışları çok zengin ve renklidir. İçerisinde birçok
dinden ve kültürden kalma ögelere rastlamak mümkündür.
Türk inançları ile ilgili en eski bilgilere Çin kaynaklarında, Bengü taş
yazıtlarında ve yazılı kaynaklarda rastlamaktayız. Bu konudaki ilk bilgiler M.Ö. Hun
Türkleri ile ilgili olanlardır. Bu bilgilere göre: Atalarımız olan Hun Türkleri, Tengriye,
yir-sub iyelerine, yağız yir iyelerine, Gök Tengri (mavi gök) iyelerine ve ata avraklarına
kurban keserlerdi. Hun Türklerinde kağan yılın beşinci ayında halkı bir araya toplayarak
kurban merasimi yapardı. Aynı ayin sonbaharda da tekrarlanırdı ve ayinden sonra halk
kağan ile orman etrafında dolaşırdı. Hun çağından sonra gelen Türk devletlerinde de
Tengriye, yağız yire, yir-suba, güneş ve aya, ata ruhlarına kurban kesildiğinden
kaynaklarda söz edilmektedir.
Türkler, Bengü taş yazıtlarında gelecek nesillere öğütler verirken inançlarla ilgili
bilgilere de yer vermişlerdir. Bu yazıtlarda, Kök Türk inanç sisteminde yaratıcı, kılıcı,
kut, küç, ülük, bilik verici yüce varlık Tengri her şeyin üstünde olarak görülmektedir.
Kök Tengri (gökyüzü yahut mavi gök ve yağız yir, kara yer veya toprak yahut yer altı),
yir-sub (yer ve sular yani yeryüzü) Tengri tarafından kılındığı yaratıldığı ıduk kabul
edilir ve kutsanır. Bu düşünce tarzı günümüzde “Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü”
mısrasında bile yaşamaktadır (Kalafat 2010 89-90).
Orta Asya’dan gelip Anadolu ve Rumeli’ye yerleşen Türkler, kendi kültürlerini
de yeni coğrafyaya taşıdı. Anadolu coğrafyası, birçok uygarlığın, din ve inanç
sisteminin buluştuğu kültürlerin ortak kaynağı olmuştur. Türk kültürü, İslamiyet ve
Anadolu kültürüyle tanışınca yaşama bakışı ve değer yargıları yeni bir içerik ve nitelik
kazandı. Anadolu inanç önderlerinin yaydığı düşüncelerde bile pek çok eski din, inanç
sistemi ve inanç, yeni inanç örgütü altında devam etti.
Anadolu’da anlatılan menkıbelerde, efsanelerde, yatır, türbe ziyaretlerinde,
mevsimlik törenlerde, hayatın geçiş dönemleri inanç ve pratiklerinde vb. birçok şeyde
12
eski inançlar bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Yaşayan inançların kökeni konu
edildiğinde, Anadolu kültürünü besleyen, Türklerin İslamiyet öncesi inanç sistemleri,
dinleri ve inançları incelenmelidir (Artun 2002, 5).
Türklerin Orta Asya’daki en eski inanç sistemlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
Geleneksel Türk dini tarihi içerisinde rastlayabildiğimiz en eski terim
“Tanrı”dır. Çin yıllıkları Hunların bir Gök Tanrı’ya inandıklarını bize haber veriyor.
Hunların yanı sıra Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlar gibi Asya’nın doğu ucundan Orta
Avrupa’nın içlerine kadar her yerde kendini gösteren bütün tarihi Türk topluluklarında
hep Tanrı inancı merkezi bir yer almış; Türklerin dahil olduğu bütün dini sistemlerde
özünü koruyarak varlığını devam ettirmiştir.
Türklerde Tanrı telakkisinin semavi bir mahiyeti olup toprakla bir ilişkisinin
bulunmadığı; bu inancın, avcı, çoban ve hayvan besleyici toplumlara mahsus olduğu, bu
itibarla da menşeinin Asya bozkırlarına bağlanması gerektiği, araştırıcılar tarafından
umumiyetle kabul edilmektedir (Günay; Güngör 2007, 57-58).
Zaman içerisinde kutsalın gökyüzünden yeryüzüne yayılmaya başlamasıyla
kültler ortaya çıkmaya başlamıştır. “Kült, yüce ve kutsal olarak bilinen varlıklara karşı
gösterilen saygı ve onlara tapınmadır” (Tezcan 1996, 20). Eski Türk zümreleri arasında
en eski ve en köklü inançlardan birinin atalar kültü olduğu söylenebilir. Hemen hemen
bütün Kuzey ve Orta Asya kavimlerinde bulunduğu görülen ve ataerkil aile yapısının
bir sonucu olarak değerlendirilen atalar kültü, tarihi iyi bilinen en eski Türk
topluluklarından Hunlar zamanında tespit edilmektedir. Hunlarda yılda bir kere
düzenlenen merasimle ataların ruhlarına kurban kesilirdi. Orhun kitabelerinde, özellikle
Bilge Kağan kitabesinin sonunda atalar kültüne işaret eden satırların bulunması, bu
kültün Göktürklerde de varlığını göstermektedir. Bu kült genel olarak atanın bizzat
kendine tapma mahiyeti taşımaz, sadece onun öldükten sonra ailesine yardım edeceği
inancından doğan korku ve saygı karışık bir uygulamalar bütünüdür (Ocak 1983, 26-
27).
Günümüzde, Anadolu halkı, evliyaların yattığı yerleri (tekke, zaviye, türbe,
mezar, hazine, dergâh vb.) ziyaret eder ve onlardan yardım diler. (Kaya 2001, 200).
Bugün hala Anadolu’da varlığını sürdüren evliya, dede, baba inançlarının kökeni atalar
kültüne bağlanabilir (Artun 2002, 6).
Şamanizm öncesi Türk inançları içerisinde tabiat kültü de önemli bir yer işgal
etmiştir. Eski Türklere göre bütün tabiat bugün ruh diye ifade edebileceğimiz gizli
13
güçlerle doluydu. Dağlar, tepeler, ağaçlar ve kayalar hisseden, işiten, iyilik veya kötülük
yapabilen varlıklardır, daha doğrusu bunları yapan onlardaki gizli güçlerdir (Ocak 1983,
32). “Eski Türklerde yer kültlerine bağlı olarak birçok inanç gelişmiştir. Kutsal dağ
kültü, demir kültü, mağara kültü gibi kültler” (Çoruhlu 2010, 53-55) ve bu kültlerin
çevresinde gelişen inanışlar da yer-su ruhlarından kaynaklanmıştır.
Eski Türk dininde tabii kudretlerden ateş kültü de çok önemli yer tutmaktadır.
Altaylı Şamanist Türk boyları içerisinde anlatılan bir efsaneye göre, İlk insanlar meyve
ve otla beslendikleri için ateşe ihtiyaçları yoktu. Tanrı onlara et yemelerini emrettikten
sonra ateşe ihtiyaç hâsıl oldu. Ülgen gökten biri kara biri ak iki taş getirdi. Kuru otları
avucunda ezerek bir taşın üzerine koyup diğeriyle vurdu, otlar ateş aldı. Ülgen, böylece
ilk defa insanlara ateş yakmasını öğretip “Bu ateş atamın kudretinden taşa düşmüş
ateştir” dedi. Bundan dolayı Altaylarda ve Yakutlarda çakmak taşından elde edilen ateş
kutsaldır.
Ateşe bakıp kehanette bulunmak Türklerde çok eski bir gelenektir. Eski bir Arap
gezgini bu konuda şu bilgileri verir: “Türklerin büyük hükümdarlarının muayyen bir
günü vardır. O gün kendisi için büyük bir ateş yakılıp bu ateşe kurbanlar sunulur ve
dua edilir. Daha sonra bu ateşin üzerinde yükselen alevlerin rengine göre kehanette
bulunulur”.
Şamanistlerin inançlarına göre ateşin her şeyi temizleyip kötü ruhları kovma
gücü vardı. VI. yy’da Batı Göktürk hakanına gelen Bizans elçileri ateşler arasından
geçirilmişti. Moğol saraylarında da bu adet mevcuttu.
Ateş ruhuna hitaben okunan şaman ilahilerinden anlaşıldığına göre aile ocağı
kültü ile ateş kültü birbirinden ayırt edilemez. Aynı zamanda ocak kültü atalar kültüyle
de bağlantılıdır (İnan 1976, 41-44).
Türklerin eski inanç sistemlerinde en önemli kültlerden birisi de ağaç kültüdür.
“Ötüken ormanlarının (Ötüken yış) Göktürkler ve Uygurlar devrinde bütün Türklerce
mukaddes sayıldığını biliyoruz.” (İnan 2006, 62). “Altay Tatarları, her şeyin
merkezinde, yeryüzünün göbeği üzerinde, dünyadaki ağaçların en büyüğü, tepesi Bay
Ülgen’in oturduğu yere değen devasa bir çam ağacı bulunmaktadır, demektedir.
Yakutlar, yeryüzünün merkezinde, göğü kat eden büyük gövdeli bir ağacın olduğunu ve
köklerinin altından güç verme yeteneği bulunan ebedi bir dalganın fışkırdığını, bunun
köpüklü sarı bir sıvı olduğunu söylemektedirler. Gövdesi yardımıyla, göksel dalları
toprak altındaki köklerle temas ettirdiği düşünülen ve bazen de göğün dayanağı, direği
14
olan bu kozmik ağaç, Şamanizm’de büyük bir rol oynamaktadır. Çoğu kez yedi veya
dokuz dalı bulunan, gövdesi üst delikten geçecek şekilde Yurt’un merkezine dikilen
ağaç, Şaman’a kozmik yolculuğunda merdiven görevini görür.” (Roux 2001, 154-155).
Yer-su ruhlarının en önemli mümessili dağdır. Şamanist Türklerde dağ kültü
Gök Tanrı kültüyle ilgili bir kült olmuştur. Hunların eski vatanı olan Yeni-si-şan yahut
Şan-din-şan sıra dağlarındaki Han-yoan dağı Hunların her yıl Gök Tanrı’ya kurban
kestikleri dağdı. Hun hakanları Çin ile yaptıkları sözleşmeleri Hun dağı denilen bir
dağın tepesinde kurban keserek içtikleri antla teyit ederlerdi. Orta Asya’nın başka
kavimlerinde de Gök Tanrı’ya kurbanların yüksek dağ tepelerinde sunulduğunu Çin
kaynakları haber vermektedir. Orta Asya dağlarının çoğu Türkçe veya Moğolca
mübarek, mukaddes, büyük ata, büyük hakan anlamlarına gelen sıfatlarla zikrolunur.
Her boyun ve her oymağın kendine ait mukaddes, ıduk dağı bulunduğu gibi boylardan
kurulan büyük birliklerin de müşterek mukaddes dağları vardır (İnan 2006, 48-49).
En eski devirlerden beri Türklerin tabiat kültünde su önemli bir unsur olmuştur.
Orhon yazıtlarında yer-su Türklerin koruyucu ruhları olarak zikredilir. Ongin yazıtında
“Yer-sub tengri” sözü geçmektedir.
Büyük İslam bilgini El Biruni El- Asarü’l Bakiye adlı eserinde Oğuzların çok
bereketli bir pınar yanındaki kayaya taptıklarını, secde ettiklerini yazmıştır. AltayYenisey Şamanist Türklerin ayinlerinde söyledikleri ilahilerde Yanisey, Abakan, Kem,
Tam ırmaklarının adı geçer (İnan 1976, 40-41).
İçinde majik (büyüsel) gücün ya da cinin bulunduğuna inanılan taş, boynuz,
pençe, post, deri, bez parçası, figür vb. gibi objelerden yarar ummak amacı ile yapılan
çeşitli pratiklere fetişizm, söz konusu objelere de fetiş denir. Fetişler hiçbir zaman
kendilerine tapınılan birer put ya da ilah olmamışlar, tersine amulet ve uğurluk olarak
kullanılmışlardır (Örnek 1995, 46). Nazar değmesin diye taşların takılması, evlere diken
ve sarımsak asılması, başa kurşun dökülmesi, siyah tavuk kanı ile muska yazılması,
büyü yapılması vb. olaylar fetişizmin biraz değişikliğe uğramış pratikleri olarak
yorumlanabilir (Uraz 1994, 205).
Bilinen yollarla sağlanamayan şeyleri elde etmek, birine zarar vermek ya da
zarardan korumak için bir takım gizli güçleri kullanarak doğayı ve doğa yasalarını zorla
etkileme amacını güden işlemlerin tümüne büyü denir (Örnek 1995, 135).
Büyü, temelinde yatan düşüncelere, psikolojik durumlara, bir de büyüsel
işlemlerin bünye ve amaçlarına göre kollara ayrılmaktadır. Bunların başlıcaları taklit
15
büyüsü, temas büyüsü, ak ve kara büyüdür. Bunlardan temas büyüsü ile taklit büyüsü
sempatik büyü adı altında toplanırlar. Analoji büyüsü de denilen taklit büyüsünün esası,
adından da anlaşılacağı gibi taklide dayanmaktadır. Bu büyü çeşidi, taklit yoluyla
istenilen sonucu meydana getirme; benzer işlemlerle istenilen şeyi ya da olayı öne alma,
böylece o olayın yakın bir gelecekte gerçekleşmesini zorlama denemesidir. Bunu
yaparken benzer benzeri yaratır ilkesinden hareket edilmiş olur.
Sempatik büyünün ikinci kolu, temas ilkesine dayanan temas büyüsüdür. Frazer,
bu büyünün çıkış noktasını şöyle açıklamaktadır: “Bir zamanlar birbirlerine bağlı olan
parçaların daha sonraları birbirlerinden ayrılmış olsalar bile aralarındaki bağlantı
devam eder.” parça bütüne aittir ilkesi parçaya sahip olanın bütüne de sahip olacağı
düşüncesini doğurur. Buna göre, birinin saçına sahip olan ya da tırnak, kirpik, elbise
parçası vb. gibi şeylerini elde eden kimse, söz konusu olanın üzerinde olumlu veya
olumsuz büyüsel bir etki gücüne sahiptir (Örnek 1995, 141-144).
Büyünün amacı olumlu ya da olumsuz olabilir. Örneğin; ak büyü yağmur
yağdırmak, ekinleri büyütmek, avı bereketli kılmak, düşmanı öldürmek gibi kötülükleri
önlemek, şeytanı kovmak vb. için yapılır. Kara büyü ise, bir kimsenin başına bir felaket
ya da ölüm gelsin diye yapılır (Tezcan 1996, 120).
Günümüzde sıklıkla rastlanan okunmuş pirinç, tuz, şeker ya da benzeri
yiyeceklerin yenmesi, yutulması, muskaların giysilere iliştirilmesi, duaların yazılı
olduğu kolyelerin, yüzüklerin takılması vb. inanmaların birer temas büyüsü uzantısı
olduğu düşünülebilir (Artun 2002, 120).
Şamanizm, milattan önceki yıllardan bu yana Türklerin ve çevrelerindeki
toplulukların İç Asya ve Orta Asya’da yaşadıkları bölgelerde uyguladıkları ve şaman ya
da kam adı verilen din adamları aracılığıyla gerçekleştirilen bir inanç ve uygulamalar
bütünüdür (Çoruhlu 2000, 15). Şaman kelimesi, Rusça aracılığıyla, Tunguzca “Saman”
sözcüğünden gelir. Asya’nın ortalarında ve kuzeyinde konuşulan öteki dillerde buna
karşılık olan terimler şunlardır: Yakutça ojun, Moğolca buge ve udagan, Türkçe-Tatarca
kam (Eliade 2006, 22).
Çok geniş bir sahada hüküm sürmüş olan, dünyanın en eski ve köklü dinlerinden
birisi olarak kabul edilen Şamanizm’in kendine has bir dünya ve ahret tasavvuru ile
tanrılar sistemi vardır. Şamanizm’e göre dünya bir sürü katlardan ibarettir. Yukarıdaki
on yedi kat, ışık âlemi olan semâyı ve aşağıdaki yedi veya dokuz kat da karanlıklar
âlemini meydana getirirler. Sema katları ile aşağıdaki dünyanın katları arasında
16
insanoğullarının oturduğu yeryüzü vardır. Böylece yeryüzü, üzerinde yaşayan bütün
insanlarla birlikte zikredilen her iki dünyanın tesiri altında bulunur.
Kişioğullarını yaratan, koruyan ve muhafaza eden bütün iyi ruhlar, dahiler ve
tanrılar ışık dünyasının yukarı katlarında otururlar; çünkü ışık bütün insanların dostudur
ve tabiattaki bütün hayat tezahürlerini elinde bulundurur. Alttaki karanlık katlarda ise
ifritler, kötü ruh ve tanrılar yaşarlar, bunlar insanlara zarar vermek ve onları mahvetmek
isterler ve bütün mücadelesine rağmen neticede onu karanlığa sürükleyip götürürler.
Şamanizm’e göre Tengere Kayra Han semanın on yedinci katında oturur ve
oradan kâinatın kaderini idare eder. Kayra Han’dan sudur yolu ile aşağıdaki üç yüksek
ilah meydana gelmiştir: semanın on altıncı katında altın bir dağ üzerinde yaşayan ve
orada altın bir taht üzerinde oturan Bay Ülgön (Ülgen); semanın dokuzuncu katında
oturan kudretli Kızagan Tengere ve semanın yedinci katında yaşayan akıllı Mergen
Tengere; gökle yeri aydınlatan güneş ana (Kün ana) da burada bulunur. Beşinci katta en
yüksek yaratan Tanrı Kuday Yayuçi oturur. Yüksek Bay Ülgen’in iki oğlu vardır. Biri
Yayık’tır, diğeri insanların hamisi ve piri May-tara’dır. İlahlar ile insanlar arasındaki
bağlantıyı ise Yer-su’lar sağlar.
Karanlıklar diyarı olan yer altı dünyası dokuz kattan ibarettir. Bütün bu katlarda
yeraltına mahsus bir güneşten çıkan korkunç bir ışık hüküm sürmektedir. Burada bütün
kötü ruhlar, yani insanların peşine düşen ve bütün gayretleri onlara zarar ve ziyan
vermekten ibaret olan varlıklar yaşarlar. Bunlar acayip şekilli cinlerden, kuğuya
benzeyen bakire kadınlardan, Ayna, Körmös, Etkar ve Yaman Üsüt’lerden ibarettir.
Bütün bu varlıkların başında bizzat Tanrı Ülgen tarafından yaratılmış olan Erlik Kan
bulunur. Şiddetli hükümdar Erlik Kan aşağı dünyanın beşinci veya dokuzuncu katında,
kendisinin yukarıda sayılan kötü ruhlardan ibaret saray erkânı tarafından çevrilmiş
olarak kara bir tahtın üzerinde oturur. Erlik’ten daha aşağıda sürülmüşlerin ikametgâhı
olan cehennem (Kasırgan) bulunur (Radloff 1956, 5-12).
Şamanizm’de din adamı ve en önemli kişi şamandır. Şaman, “Şamanistlerin
inançlarına göre Tanrılarla insanlar arasında aracılık yapma kudretine malik olan ve
Tanrıların seçtiği kişidir.” (İnan 1976, 54).
Şamanın birçok vazifesi vardır. Şaman “Bazen ölenin ruhunun geri dönmesini
önlemek için cenaze törenlerine çağrılır; yeni evlileri kötü ruhlardan korumak için
düğünlerde de hazır bulunur. İnsan ruhunun ruh olarak -yani hep tehdit altında bulunan,
bedeni bırakıp gitmeye eğilimli, cinlere ve büyücülere kolayca av olabilecek bir psişik
17
birim olarak- yaşantılarını ilgilendiren tüm rit ve törenlerde şamanın yerini kimsenin
tutamadığı görülür. Bu nedenledir ki bütün Asya ve Kuzey Amerika’da hatta başka
yerlerde (Endonezya vb) şaman, hekim ve iyileştirici işlevi görür; hastalığa tanı koyar,
hastanın kaçak canını/ruhunu arar, bulur, yakalar ve terk ettiği bedene yeniden girmesini
sağlar. Şamanın sağaltıcı ve ruh taşıyıcı olması, esrime tekniklerini bilmesi
sayesindedir, yani onun ruhu hiç zarar görmeden bedenini terk edip çok uzak yerlere
yolculuk yapabilir, yer altı dünyasına girebilir, göğe çıkabilir.” (Eliade 2006, 14).
Animizm (canlılık, ruhçuluk) ise ölenlerin ebediyen dünyadan ayrılmadıkları,
bunların ruhlarının cenazenin çevresinde, ağaçlarda, bitkilerde ve giderek tüm doğada
dolaştığı inancı ve böylece tüm doğanın canlı olarak algılanmasıdır. Psikolojik olaylarda
olduğu gibi hayatla ilgili olayları da düşünen bir ruhun yönettiğine inanan sistemdir
(Artun 2005, 84).
Animizme göre ölü kutsaldır. Bu yüzden onun karşısında kutsal olmayan her
türlü işi, çalışmayı durdurmak gerekir. Bugün Anadolu’da cenaze haberi alındığında her
türlü iş bırakılır, ölüm halinde kimi hareketler yapmak, ağlamak, sızlamak, kadınların
saçlarını kesmesi, bedenlerine toprak sürmesi, bazen çok uzun süre konuşmayarak yas
tutması gereklidir (Hançerlioğlu 1993, 37).
“Totemciliğin, Orta Asya Türkleri arasında da yerleşmiş olduğunu gösteren
birçok kayıt vardır. Bunların başında kimi canlıların ya da nesnelerin totem olarak kabul
edilmiş olması gelmektedir. Totem, topluluğun geldiği, türediği kabul edilen kutsal
varlıktır. Topluluğun atası sayılır. Totemi oluşturan insanlar, tek bir aile ve kan kardeşi
sayılır.” (Tezcan 1996, 115). “Totemler daha çok hayvanlardan olur. Kimi zaman da söz
konusu hayvan yerine onun bir parçası (kuyruğu, dili, pençesi, tüyü vb) totem yerine
geçer. Hayvan totemleri en çok avcılıkla geçinen ilkel toplumlarda görülür.
Hayvanlardan sonra ikinci sırayı bitki totemleri almaktadır. Daha seyrek rastlanılmakla
birlikte çeşitli nesneler ile fırtına, ebemkuşağı vb. gibi meteorolojik olaylar da totem
olurlar. Ayrıca çeşitli nesnelerden de totemler olur.” (Örnek 1995, 39).
Türkler bahsettiğimiz bu inanç sistemleri ve kültler dışında semavi dinlerin de
etkisi altında kalmıştır. Bu dinlerden Yahudiliği kabul eden tek Türk halkı Hazarlardır.
Orta Asya Türkleri daha Göktürkler döneminde Hıristiyanlıkla tanışmışlardır (Turan
1994, 105). Aslı On-ogur boyuna dayanan Bulgar Türkleri, bugünkü Bulgaristan’da
devlet kurmuş; fakat sayıca çok kalabalık olmadıkları için Slav kitleleri arasında eriyip
gitmişlerdir. Bulgarların dışında Peçenekler, Uzlar, Kumanlar-Kıpçaklar ve Avarlar da
18
Hıristiyanlığı kabul eden Türk boyları arasındadır (Eröz 1983, 4-16). Türkler değişik
etkenler ile çevrelerinde karşılaştıkları dinlerden birçoğuna girdikleri halde bunlar
arasında en sürekli olanı ve ulusal kültürü en çok etkileyeni İslamiyet olmuştur (Turan
1994, 105). Ancak hepsi Türk halk inanışları üzerinde etki bırakmıştır.
Bu kadar zengin bir çeşitliliğe ve derin bir geçmişe sahip olan Türk halk
inanışları konusunda günümüze kadar birbirinden değerli birçok araştırmacı çalışmalar
yapmıştır. Bunların başlıcaları İbrahim Kafesoğlu, Bahaeddin Ögel, Emel Esin, Ziya
Gökalp, Abdülkadir İnan, M. Fuat Köprülü, Hikmet Tanyu, Mehmet Eröz, Osman
Turan, Faruk Sümer, R. Fığlalı, Saadettin Buluç, Dursun Yıldırım, Yaşar Kalafat, Yaşar
Çoruhlu, Sedat Veyis Örnek, Harun Güngör ve Fuzuli Bayat’tır.
Yapılan bu değerli çalışmaları yayınlayan birçok süreli yayın da halk inanışları
konusunun incelenmesine ve öğrenilmesine yardımcı olmuştur. Bu yayınların başlıcaları
da şunlardır: “Türk Amacı, Türk Yurdu, Halk Bilgisi Haberleri, Folklor Postası, Türk
Folklor Araştırmaları, Türk Folkloru, Folklora Doğru, Halk Bilimi, Sivas Folkloru,
Erciyes, Türk Dünyası Araştırmaları, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Türk Kültürü, Yeni
Form, İçel Kültürü, Güneyde Kültür, Milli Folklor, Atayurttan Anayurda Türk Kültürü,
Türksoy, Yüce Erek, Yörtürk, Türk Dünyası Tarih ve Kültür Dergisi, Karadeniz Sosyal
Bilimler Dergisi ve eski Halkevi dergileridir.” (Kalafat 2010, 84-85). Bu yayınlar Türk
halk inanışları sahasında yapılan çalışmaların bilim dünyasına sunulmasında çok büyük
katkı sağlamışlardır. Bunlara diğer dergi, gazete gibi yayınlarla kongre ve seminerlerde
sunulan tebliğleri de dâhil etmek gerekir. Biz de çalışmamızda kaynaklara
ulaşabildiğimiz oranda bu çalışmalardan yararlanmaya çalıştık